2013 yılının soğuk bir kış gününde, İsviçre’nin sessiz bir kasabasındaki bir eve götürdü beni dayım. Onlarla tanıştım yemeklerini yedik. Bizi ağırlayan genç arkadaş Rojhat ve annesiydi.
Rojhat’ın birlikte çok az zaman geçirdiği abisi gerilla idi ve esir düşmüştü yani zindanda idi. Biraz ondan biraz Avrupa’da ki hayattan, okuldan ve memleketten konuştuk... Evden ayrıldık.
2015 yılının soğuk bir kış gününde, bu kez Amed zindanında Rojhat’ın bahsettiği abisinin yanında idim. Uzun süren bir voltada çokça konuştuk. Söz gidip geldi ve Bingöl cezaevi firarına geldi. Devrim Kavak arkadaşa ilk sorduğum soru: “Ne ile kazdınız?” oldu. Gülerek “Bir kaşıkla” dedi. 2013 yılının o meşhur firarı bir kaşıkla başlamıştı…
İsviçre’de ki ev, intihar eden Kürt siyasetçi Cemal Kavak’ın evi idi. Oradan gelip, şimdi zindanda oğul Devrim ile sohbet ediyordum. Devrim, dışardan çok sakin bir karakter, güleryüzlü. Birkaç ay evvel cezası onandı ve müebbet ceza aldı. Tek hücreli odaya alındı. Cezası onandıktan birkaç hafta sonra kahredici bir haber daha geldi. Gencecik Rojhat intihar etmişti. İsviçre’nin o sesiz kasabasında, evinin ötesinde kendini asmıştı…
Ne denir, denilebilir bilmiyorum. Çok zorladı beni. Devrim’e sadece küçük bir not gönderebildim. Bu konudaki duygusunu da hiç sormadım. En son iki hafta önce görüştük. Çok konuşamadan ayrıldık. Son alışverişimiz de bir ay önce oldu. Ona üç kitap yolladım. Yolladığım kitaplardan biri Stefan Zweig’in “Sabırsız Yürek” romanıydı. Bir de küçük bir not düştüm “Direnmenin Estetiği kitabı sendeymiş, işin bittiğinde göndermen mümkün mü? Devrimci selam ve saygılar...”
Meğerse Devrim arkadaşın romana ihtiyacı yokmuş. Yüreği zaten gitmek için sabırsızlanıyormuş. Bilsem sakin görünüşünün altında fokurdayan bir kan var, romanı başkasına gönderirdim. Hasılı, güzel tesadüf olmuş. Ama en güzeli 5 Mart 2016 gecesi oldu. Bingöl’den yarım kalan hesap tamamlandı. Bir direniş ancak bu kadar estetik olurdu. Kitap hakkında ne düşünüyor bilmiyorum ama direnişin estetiğine beş arkadaşı ile imza attı. Heval Devrim, Dilêr, Rojhat, Egîd, Dîyar ve Ulaş Amed zindan tarihine bir ölümsüz mühür bastılar. Sonuç ne olursa olsun bu özgürlük çırpınışı hak ettiği yeri bulmalı ve hakkı teslim edilmelidir.
İnsanın bedenindeki enerji donarsa köleliğin yolu açılır. Ama enerji akışkansa, yol alıyorsa özgürlükten bahsedilebilir. Zindanların ilk amacı kişinin enerjisini rehabilite etmek, onu katılaştırmaktır. Buradaki esas savaş bunun üzerinden yürür. Düşmana karşı bütün arzularını tek bir düşüncede, hayalde toplarsın; benliğini ateş ile yakıp tutuşturursun. Genelde bu “özgürlük” fikridir. İnsan bir tutkunun galebini çaldığında tadı gitmez. Hele bu özgürlük hissi ise ve sen bunun ardından yani tutsaklıktan ona ulaşıyorsan… Sana dayatılan haksız ve şiddet dolu bir yaşama teslim olmazsan, Onun içinde mutlaka çatlaklar keşfedersin. Nazım’ın deyimi ile “Mesele esir düşmek değil, teslim olmamaktır.” Böyle bir durumda geriye sadece tek şey kalır: Sorumluluk almak…
Altı arkadaşımızın burada yaptığı da bu sorumluluğun yükünü almak olmuştur. Gerisi de çok önemli değil. Tarkovski’nin “Nostalji” (1983) filmindeki delinin o sesleniş sahnesini lütfen hatırlayın. “Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim bir dünyadır burası” sorusunu da hatırlayın. Düşününce özgürlük sadece zindana düşmüş birinin sorunuymuş gibi görünüyor. Oysa asıl sorun “Dışarıdakinin”. Gerçek tutsak olan odur. Bir bağlamda zindandan firar, devletin ve sanal özgürlük algısının makyajına bir darbedir. İçeriden bir müdahaledir içerisi dışarının özgürlüğünü hatırlatıyorsa ne biçim dünyadır burası? Siz söyleyin. Tekrar hatırlatmakta fayda var. Devlete içeriden bir dokunuş, kalbine giden bir damarı tıkamak, kendini özdeşleştirdiği güvenlik mefhumunu delmek, paramparça etmek, ruhunu bedeninden ayırıp seni kör kuyulara terk ettiği bu mekanda yani onun mekanında ona darbe vurmak, gururunu kırmak, soylu küstahlığını çiğnemek, gölgelerinden aydınlık patikalar yaratmak şüphesiz muazzam bir duygudur… Arkadaşlarımız bunu hissediyorlardır.
Yine Tarkovski diyor “Birisi Piramitleri yapacağımızı haykırmalı. Yapamamamızın bir önemi yok!” O isteği beslemeliyiz”
Altı arkadaş şuan nerede, sağ salim varmak istedikleri yere vardılar mı bilmiyorum. Ama gerçekten varamamalarının da bu saatten sonra bir önemi yok çünkü onlar isteklerini gerçekleştirdiler, düşüncelerini pratiğe geçirdiler. Söylemediler, yaptılar… Kendi tahliyelerine kendileri karar vererek, Stefan Zweig’in söylemi ile “Yıldızın parladığı ana” ulaşarak özgürlük sevgisine ölçüt koydular. Onlara selam olsun…
Devrim’in annesine de armağan olsun. (ÖA/HK)